Çoğu insanın kendi fotoğrafını çekmeyi sevdiğini düşünüyorum. Son yıllarda kamera önündeki performansım bir çitim gelişse de, fotoğrafımı çekmek hala bir kişisel devrim niteliğinde. Özellikle dijital çekilmiş fotoğraflarda anı yakalamak yerine ana müdahale etmeye başlayınca tadım tuzum kaçıyor—tam da bu yüzden film kamerayla fotoğraf çekmeyi tercih ediyorum (banka hesabım yanıyor). Şöyle gaza gelip birisinden fotoğrafımı çekmesini istediğimdeki heyecanım, “bak nasıl olmuş” lafıyla bana uzatılan telefona bir bakış atmamla sonlanıyor genelde. Beden kaygıları bana çok yakın bir konu malum.
Yine de, bir fotoğraf kabini gördüğümde dayanamıyorum—bir de nedense hep önemli günlerde karşıma çıkıyor. Analog kamerada nasıl kaygılarımı unutabiliyorsam, fotoğraf kabininde onları tamamen salabiliyorum. Çünkü ne zaman çekileceğini, karede olup olmadığımı bile bilmiyorum. Kabin karşıma çıktığı an, güneşte yürümekten ve kaliteli sergi gezmekten dolayı serotonin bulutlarına sarılmış gibiydim; üstelik buzlu kahvem tam istediğim kıvamdaydı. Sıkış tepiş girdiğim kabinin hemen yanında dört tane kız kıkır kıkır ders çalışıyordu, kafe doluydu ama hemen kaçmama sebep olacak gürültüde değildi ve uzun zaman sonra ilk defa nefes alıyordum.
Kronik hastalıkla boğuştuğumdan beri tek başıma çıkmak ve normalde yapmayı çok sevdiğim aktiviteleri yapmak hayal olmuştu ama fotoğraf kabinine girdiğim gün ilk defa ciddi ciddi umutlandığımı hissettim. Özellikle Wellcome Collection’da disability rights üstüne gittiğim zine sergisi muhteşemdi ve içinde bulunduğum girift duyguların hepsini cımbızla alıp bir suç mahali gibi önüme koydu—iyi yaşamak için gereken, dışardan çok kolay görünen şeyler ateşten atlamak kadar imkansız ve dev cesaret ile disiplin gerektiren manevralardan oluşuyor. Tüm bunları düşünürken, sergi alanının ortasındaki gerçek yatağa uzandığım için hem bedenim hem de aklım rahattı—işte fotoğraf kabininin beni yakaladığı hissiyat tam da buydu.
okuma sezonlarıma bakıyorum
Mart ajandasında kitaplarımı kaybettiğimden, daha doğrusu okuma listemi tuttuğum Notion hesabını salak gibi sildiğimden bahsetmiştim. ARO, kurtardım. Dağınık şekilde, aynı anda birkaç kitap okumayı sevdiğim için listenin amacı bana neyi okuduğumu hatırlatmak ve notlarımı bir yerde toplamak. Aynı zamanda kitapçı olarak insanlara tavsiyeler verdiğim için bunları kayıt altına almayı seviyorum—visceral, sharp deyip geçmek yetmiyor bazen, ayrıca okuduğum kitapları çabuk unutuyorum. Klasikler hariç?!
Notion’da işime yarayan diğer özellik filtreleme ve kendi oluşturduğum başlıklar. Sezonlar, en sevdiğim. Duygu durumum her mevsim değişiyor; mesela The Collected Schizophrenias kitabını yazın okuyabileceğimi sanmıyorum. Okuduğum kitapları sezonlara ayırmamın diğer nedenleri, 1) ne okuduğumu değerlendirmek için geriye dönüp bakmam gereken zamanı kısaltmak 2) hem de elimdeki kitapların takibini tutmak. Başarılı ve bilinçli olmasa da, “3 oku - 1 al” kuralını uygulamaya çalışıyorum ve raflarımdaki kitapları sezonlara ayırıyorum. Ha tabii, istediğimi istediğim zaman okuyorum.
Sezonları topladığım bir yazı yazmayı düşünüyordum bir süredir—nasıl temalar var, acaba ne hissediyordum da bu kitaplara çekildim, bu kitabın burada ne işi var, gibi. Şimdi bu ajandayı yazarken tekrar gaza geldim, hadi bakalım.
izmir’e sarılıyorum
Üniversitenin ilk senesinde, yılbaşı günüydü ve ben sanırım hastaydım. Alibeyköy’den kalkan gece otobüsüyle İzmir yoluna çıkmıştım yurttan bir arkadaşımla. Saatler geçmek bilmiyordu ve Marley and Me’yi izleme hatasına düşmüştüm.
Nitekim gece yolculuklarını sevmem ama İzmir’e bulabildiğim en hesaplı bilet buydu—Pegasus’un İzmir’e £600’a bilet gösterdiğine inanabiliyor musunuz? Yanımdaki çift yol boyunca içip Youtube reaction videoları izledi, hayatta katılmayacağım bir konsept, Allah affetsin. Türbülanslı bir uçuştu bir de, üstüne adam da sürekli bacaklarını salladı. Ben “do you mind?” deyince anlamadı, sonra da sallamaya devam etti. İndikten sonra yeni bavulumu çizdiklerini de görünce iyice sinirim bozuldu, sanki bütün küçük ama gereksiz talihsizlikler üstüme yapışmıştı.
Sabahın köründe B kapısından çıktığımda bitkindim ama hala kendimi tutuyordum. Uzaktan bizimkilerin arabasının farlarını seçtim. Kaldırımdan kalkıp karşıya geçtiğimde göz yaşlarım çok bildikleri yola çıkmıştı bile. Ablamlara sarılmamla içimin rahatlaması bir oldu—yolda ve aslında öncesinde yaşadığım her şeye rağmen, o kucaklama her şeye değerdi.
nisan yazıları
ofislerde hayatta kalmaya ve anti-kariyer seçimlere dair:
niyet mektubu
Bir grup chat’inde atladığım “çok sevilen bir dizinin babacan karakteri asistan arıyor” mesajı işte bir bahar günü, dükkan önlerinin foşur foşur yıkandığı bir saatte beni Tünel’e getirmişti. Daha önce içmeye geldiğim ara sokaklar meğersem sabahları sakindi—geçtiğimiz gecenin rakı ve sigara bulutu, Doblo’lardan yüklenen taze balık kokusuna karışmıştı.
Flaş öykülerime ve kısa kurgu yazmaya dair:
flaş ajanda I
Yazdıklarımı başkalarıyla paylaşmak karşılık beklemediğim bir güven pratiği; ben sana içimi göstereyim, senden ne geleceğini bilmeden. Kendi hayatımı parçalara böleyim karşında, senin bu bilgiyle ne yapacağını kestiremeden.
Son kısımda çok duygulandırdın beni biriciğim❤️❤️
3 oku 1 al kampanyanıza bayıldım Derya Hanımcım. 💚 Fotoğraf kabinlerini ben de çok seviyorum. Türkiye'dekilerin bazılarında fon seçebiliyorsun. Çin seddi'nde olduğum bir seri var ahahaha 🎎