Yazdıklarımı başkalarıyla paylaşmak karşılık beklemediğim bir güven pratiği; ben sana içimi göstereyim, senden ne geleceğini bilmeden. Kendi hayatımı parçalara böleyim karşında, senin bu bilgiyle ne yapacağını kestiremeden.
Hele kurgu paylaşmak bambaşka bir seviyede savunmasızlık doğuruyor—sanki uydurma bir şeyi ortaya koymak yapabileceğim en utanmaz dışavurum gibi geliyor. Öyle de, utanmanın nesi kötü diye soruyorum kendime. Tam bu sebeple, yani “utanmak”, “savunmasız kalmak” gibi sözcük seçimlerimle dilime bile yansıyan bu çekingenliği düelloya davet etmek adına burada yazdığım flaş ajandaları paylaşacağım.
Flaş kurgu, ya da kısa öykü, kısıtlı bir alanda hem karakter hem de olay örgüsünde bir gelişme yakalayabileceğiniz bir format. En sevdiğim öykücü Lydia Davis, flaşların kraliçesidir bence (hatta sevgili Elif Bereketli, Yapamam ve Yapmayacağım’ı Türkçeye çevirmişti). Flaş yazmanın sunduğu en büyük rahatlık, arkaya bakmama hissini daha kolay yaratması—bir flaşın üstüne günlerinizi harcayabilirsiniz ama 5-10 dakika zaman kurup ne yazacağınızı görebilirsiniz de.
Ben de bu tek odaklığı ve “ani son” faktörünü çok eğlenceli bulduğum için flaş ajanda diye bir şey uydurdum ve bir fotoğrafa bakıp uyandırdığı hislere göre yazıyorum ve bunları ajanda chat’inde paylaşıyorum—isterseniz siz de paylaşabiliyorsunuz. Bir iki virgül dışında edit yapmıyorum ve üstüne düşünmüyorum. Fark ediyorum ki, yazdığım pek çok flaş, romanımı ve Aslında Yüzü Güzel’i yazarken karşıma çıkıyor.
İşe giderken yolda yazın, tuvalette boş boş telefona bakarken yazın, uykudan kabusla uyanıp yazın. Yazmak mistik bir şey değil, özel anlara mahsus değil ve kesinlikle sabahtan akşama oturup yazacak kadar ayrıcalıklı hayatlara sahip değiliz. O yüzden çekinmeyin, yazın!
Çaydanlık
Anlatmak ister misin, diye sordu, elindeki çaydanlığı narin bir açıyla fincana değdirerek. Akmaya başlayan çaydan Darjeeling ve Earl Grey notaları aldı. En son babasıyla karşılıklı içmişlerdi, babasının poşet çaya olan sevgisini bir türlü anlayamıyordu—belli bir şekilde yaprak çay daha iyiydi; poşet çay bireyselliği, yaprak çay topluluğu anımsatıyordu ona. Nereye gittin yine, diye sordu bu sefer. Konuşmak zorunda değilsin ama ben bunun için buradayım. Çay almayayayım ben, diyebildi en sonunda.
Mini
Sileceklerin arasından, koşarak içeri giren karısını izledi. Hava durumuna aldırmayıp giydiği trençkotu artık taş rengine çevirmişti. Hafta sonu açık, bildiği bir kuru temizlemeci vardı allahtan. Ya telefonundan havaya bakıp sonra unutuyor ya da dereceden bağımsız istediğini giyip dışarı fırlıyordu. Silecekler camın üstünde tembel tembel sallanırken içine tuhaf bir his doğdu. Benzin istasyonu ya bir anda havaya uçarsa diye düşündü—az önce sigara içmek istemişti ama 10 yıldır sigara içmiyordu. Onun canı bu kadar istiyorsa, normal bir içici pekala şuracıkta bir Marlboro ateşleyebilirdi. Arabanın kollarına asılıp kendini dışarı attı. Marketten içeri girerken, arkada bir çakmak sesi duyar gibi oldu—
Banyo
“Pardon”, dedi bedenini bir sağa bir sola çevirip insanların arasından kıvrılarak, “Tuvalet burada mıydı?” diye sordu göz göze geldiği yabancıya. Sonra da ne kadar aptalca bir soru sorduğuna pişman oldu—bir oda bir salon evde iki kapıdan birinin banyo olmama ihtimali var mıydı ki? Bira içmekten gözleri kaşınıyordu ve iyice sıkışmıştı, canı bir de sigara çekmeye başlamıştı. Sabah işe geç kalmış, kiralık bisikletle yokuşu çıkarken genzinden çıkan sesleri duyup sigarayı bırakmaya karar vermişti. Eteğini göbeğine kaldırıp külodunu sıyırdı ve düşen ilk damlayla bir iç çekti. Yere koyduğu çantasına uzanırken hala işiyordu—el yordamıyla çekip çıkardığı sigarayı dudaklarının arasına koyduğunda sabah aldığı kararı çoktan unutmuştu bile. Altını silmeden ayağa kalkıp camı hafifçe araladı. Eve gitmek için erkendi, uyumak için erkendi, aslında buraya hiç gelmemesi gerektiğini kabul etmek için erkendi. Dirseklerini bacaklarına yaslayıp başını elinin üstüne koydu. Dışarıdan birinin kapıyı tıklattığını duydu, “Dolu mu?”
Kitapçı
Klinikten çıktığından beri ağzındaki metal tadı ötelemeye çalışıyordu. Korkarım, diye başlamıştı doktor. O sırada pencereden gözüne yansıyan güneşten mi yoksa korkudan mı, bilinmez, tüm duygularının körleştiğini hissetmişti. Küçüklüğünden beri duyup anlamadığı, yirmilerinden beriyse korktuğunu şimdi eski bir dost gibi karşılıyordu. Annesinin, anneannesinin ve belki ömrü yetseydi büyük nenesinin de yaşayacağı ziftten örtü göğüslerine serilmişti bir kere. Her zaman kendini mutlulukla attığı kitapçıya bu sefer kimsesiz bir hiçlik olarak girdi. Bir pazar sabahı göğsünde dinlendireceği ve bir daha eline alamayacağı kitap ne olacaktı?
Keşke biraz daha zamanı olsaydı.
🎀
Merhaba, çok sevdim öyküleri. Sadece bir tane tartışma konusu ışığı yandı kafamda. Beraber söndürelim diye yazıyorum. Lydia Davis demenizle kalbimden vurulsam da öyküyü "flaş" Hızlı, çabuk, hemen, kolay, az emek harcanarak yazma fikrine çekmek, öykünün sadece kutsal ve ahşap rustik bir masada, mum ışığında bir yazılmadığı savunusuna karşıysa harika. Fakat instagram kültürü gibi az zamanda çok iş, toksik verimlilik anlamına geliyorsa biraz kötü sanki. Ne diyorsunuz? Flash öyküler bu hızlı zamanlardan önce de var mıydı?
Hepsi o kadar güzeldi ki favori seçmekte zorlandım. Ama Banyo 💙