Bir grup chat’inde atladığım “çok sevilen bir dizinin babacan karakteri asistan arıyor” mesajı işte bir bahar günü, dükkan önlerinin foşur foşur yıkandığı bir saatte beni Tünel’e getirmişti. Daha önce içmeye geldiğim ara sokaklar meğersem sabahları sakindi—geçtiğimiz gecenin rakı ve sigara bulutu, Doblo’lardan yüklenen taze balık kokusuna karışmıştı.
Spor ayakkabılarımla ıslak kaldırımlara tutuna tutuna telefonumdaki adresin bana gösterdiği; bir dernek ve bir avukat bürosunun varlığı dışında pek bir şey göremediğim eski bir Beyoğlu apartmanına girdim. Belki o kıymetli mimarinin eforsuzca sağladığı serinlikten ve loşluktan, büyük ihtimalle de bulunduğum konum yıllardır izlediğim polisiye dizilerin ilk beş dakikasını hatırlattığından içim ürperiverdi—işin ne olduğunu bilmiyordum, babacan aktörün nasıl biri olduğunu bilmiyordum, en fenası da, ne yapmak istediğimi hissediyor ama “oraya” nasıl gideceğimi ve nasıl para kazanabileceğimi bilmiyordum.
Çok uzun zamandır sabah alarmımla birlikte, vücudum hala uyuduğunu düşünürken, maillerimi kontrol edip o çok iyi bildiğim temizleme dansına başlıyorum. Bazıları, %10 indirim adına kişisel bilgilerimi hiç düşünmeden kurban ettiğim marka anonsları, bir kısmı sonra okuyayım diye bir kenara koyup asla geri dönemediğim bültenler. Çoğuysa, birkaç kişilik öncesi ve azim denemesi sonrası oluşturduğum anahtar sözcüklerden gelen iş ilanları. Tıklayıp kaydettiğim ama asla başvurmadığım işler, alternatif dünyalarda asılı kalmış benler. Parasız işler, fındık-fıstık ödeyen işler, hayatımda görmediğim kadar para veren işler. Kurumsal işler, yaratıcı işler, ölü işler ama hepsi suyunu çıkaran işler.
Bir, iki ya da üç işim bile olsa da gelmesini güvenli bulduğum bu ilanlara kaydolurken hepsini yapabileceğimi, hiçbirini yapamayacağımı ve asla yapmayacağımı aynı anda düşünmemin sebebi, kariyer azimsizliği. Anti-iş değil de anti-kariyer olan bu yıllar içinde nasırlaşmış yaklaşımı, şu ana kadar para kazandığım çoğu işin bana mutluluk vermemesi ya da mutluluk sunup kuru ekmek vermesine yoruyorum. Bilgisayarımdaki onlarca niyet mektubu, sömürüp bir kenara fırlatan patronların, ödeme yapmayan ya da anında beni çöpe atan haydut kontratların ve her zaman “dışarıda” hissettiğim klik çevrelerin sergilendiği bir hafıza müzesi adeta.
O yüzden şimdi aynı şablonu evirip çevirip rolleri ve şirketleri değiştiriyorum, gözlerim yazdığımı sorgulamıyor bile ve yapıştırıyorum başvuruyu—başarıya giden yolda beni işe alma olasılığınızı konuşursak çok mutlu olurum! Takım ruhunu önemsiyorum ama inisiyatif almayı da seviyorum! Şirket değerlerine kesinlikle uyuyorum! Günlerce üstüne düşünüp kendimi yeni ofislerde, bambaşka insanlarla hayal ettiğim içten başvurulara ya hiç cevap gelmemesi ya da otomatik “Maalesef çok başvuru var ve daha uygun adaylarla devam ediyoruz” mesajlarından bu noktaya gelen bir ben değilim diye düşünüyorum.
Cidden, bir yandan başka adaylardan nasıl sıyrıldığımızı sorup diğer yandan maksimum kazanç kutusunun içindeki her şeyi yapmamızı isteyen oksimoron bir sisteme kendimi feda etmeyi usulca reddediyorum—usulca, çünkü sevmediğim işlerde sevmediğim patronlara çalışmaya arkamı dönecek kadar ayrıcalıklı bir geçmişim ve şimdim yok. Hıncal Uluç fularımı takmak istemem; o yüzden bu oyunu oynamak dışında seçeneği olmayan ama benliğini korumak isteyenlere tavsiye veremem ama sizin oralarda bir yerlerde olduğunuzu biliyorum: Niyet mektuplarına vakit harcamayan, ofis dramasına takılmayan, işi işte bırakan ve en önemlisi, iş sonrası telefona bakıp uyuyakalınan günlere inat “kendisini” unutmayan herkesi kucaklıyorum.
En iyisini biz yapıyoruz.
Kapı açıldığında, önce beklemiş sıcak kapuska olarak tanımlayabileceğim inatçı bir koku, sonra da kesinlikle babacan olmayan aktörün suratsızlığı yüzüme çarptı. Yüksek tavanlı yazıhanenin her bir köşesi bir parmak toz ve bir çocuk boyu kadar kitapla doluydu. Neredeyse yerle bir döşeme koltuğa oturduğumda, pantolonumun arasının eprimeye başladığını görüp bacaklarımı kapattım. O sırada babacan aktör, işin ne olduğunu anlatmaya başlamıştı ama soktuğu laflardan gençliğime gücendiğini ve onu dinlemediğime bilendiğini hissettiğim için iyice dikkatimi yitiriyor, ağzının kenarında biriken tükürüğe odaklanmak dışında bir şey yapamıyordum.
Peki madem, görelim dedi. Neyi görmek istediğini, sehpanın üzerinde duran daha önce hiç kullanmadığım bir netbook’a gözlerini devirerek işaret etmesiyle anladım. Galiba yazdığı film senaryosunu bilgisayara geçirmemi ve editlememi istiyordu. Yazmak için bilgisayarı kendime çekince, fişten çıkarma, dedi. Yoksa çalışmıyor. Ufacık sehpanın üstünde kollarımı koyacak hiçbir yer bulamazken Birinci Dünya Savaşı’nda geçen bir hikaye anlatmaya koyuldu.
Bir gayret kurguyu takip etmeye ve çalışmayan tuşları farklı açılarla hedeflemeye uğraşırken, arkasında duran rafta günlerdir durduğunu düşündüğüm çilekli pastaya uzandığını gördüm. Göbeğinin üstünde dengelediği tabaktan ilk lokmasını aldıktan sonra parmak uçlarını yalamaya başladığını göz ucuyla belli belirsiz görmüş, kulaklarımla doğrulamıştım—o şapırdatma seslerinin başka bir açıklaması yoktu.
Pasta bittiğinde çenesinde duran beyaz kremadan gözlerimi alamıyordum. O kadar şekerden sonra canının tuzlu çekeceğini hissedince aklıma kapuska geldi—duyularıma yapılan bu saldırıya artık son vermeliydim. Kusura bakmayın, ben bu işi yapamayacağım dedim ve ayağa fırladım. Çok ama çok özür dilerim. Kapıyı kapattığımda, içerden söylendiğini duyar gibi oldum ama umrumda değildi. Hala sabahtı ve Taksim’de güneş açmıştı.
Anti iş değil de anti kariyer! :D
Bizi kaleminden mahrum bırakırsan seni pıçaklarım. 🌹🗡️