“Bildirimlerimi kapadığım bir evren olabilir mi”1 serzenişleri gerçek oldu—bildirimlerimi kapattığım, sosyal medyasız tertemiz bir ay geçirdim. Substack’i bile sessize aldım, haftada bir iki gün girip birikenleri bir pazar gazetesi gibi okuma işini bayağı sevdim.
Küçükken hayalim “içinde her şey olan” bir dergi çıkarmaktı, hatta ismi bile belliydi: LAMP. Sonra malumunuz başa geçince ampul fikrinden usulca vazgeçtim herhalde lol. Milliyet Kardeş’le başlayan Yalvaç Ural’ın Zıpır Bilmeceleri ile devam eden deli sevdam Hey Girl, Blue Jean, Cosmo Girl ve Dream dergileriyle zirveye çıkmıştı. Elime geçen parayı dergilere yatırıyor, künyesine kadar her şeyi okuyor ve bir gün editör/yazar olacağım hayaliyle kıpırdanıyordum. Sonra sonra, sosyal medyanın sürekli işleyen ve yenilenen çemberleri arasında dergiler arka planda kaldı. Dergi almayı hiç bırakmadım ama “içinde her şey olan” online kanallara bakmanın kolaylığına takıldım kaldım.
İşte sonsuz influencing girdabından iyice bıktığım bu günlerde dergilere geri döndüm. Uzun uzun, arkadasında bir düşünceyle, niyetle yazılmış ve yayımlanmış yazıları okurken sonsuz ilham denizlerinde kayboldum. En sevdiğim yeme-içme dergisi Vittles’ın2 ilk matbu sayısını okurken Brixton McDonalds’ında konser sonrası yediğim hamburgerleri, Prince Charles’da eski bir film izlemeden önce ağzıma tıkıştırdığım Wong Kei noodle’larını hatırladım. No One dergisinden3 Hanoi ve HCMC’deki queer gece hayatını ve drag queen’lerin şarkı söyleyerek oynattığı tombala gecelerini yani “Lô Tô” kültürünü öğrendim. Playground dergisinden4 Lizbon’daki Salted Books’un sahibiyle yapılan röportajı okurken kendi kitapçımla ilgili hayaller kurdum. Sosyal medyanın benden çaldığı merak duygusunu dergilerin özellikle seçilmiş tipografileri ve dizgileri arasında tekrar buldum. Hatta gaza gelip kendi fotoğraflarımı kitap şeklinde bastırdım??
Yani lambam geri yandı diyebilir miyiz <3
dev örümcekle bakışıyorum
Bazı sergileri çıktığım anda unutuyorum, bazılarının kataloğunu bile hala hatırlıyorum. Louis Bourgeois’ın “The Woven Child”5 sergisi ikinci kategoride—hatta dev örümcek posteri yıllarca salonumuzu taçlandırmıştı. Hayward Gallery’deki bu serginin üstüne Bourgeois’ın irili ufaklı birkaç eserini daha görme fırsatım oldu ama asıl beklediğim “Maman” heykeliydi ve sonunda Tate Modern’da görebildim. Adeta kubbeye benzeyen gövdesinin altında dururken tüylerim diken dikendi, içim bir rahatsız oldu, bir yandan da annemi özledim. Zaten o da tam olarak bu duyguları yansıtmak isterdi diye düşünüyorum.
Benzer bir deneyimi Los Angeles’ta Broad Museum’da yaşamıştım—bazılarının çok klasik bulabileceği Jenny Saville’in “Stare” eserini sonunda gördüğümde karşısından ayrılamamış, üstüne bir de ağlamıştım. Bu nadir duygu sellerini yaşayınca da diğer gördüklerim, okuduklarım ağırlıksız mı kaldı diye hayıflanıyorum bazen. Sanat bizi çeşitli duygu kılıflarına sokup çıkardığı sürece mi iyi kıstasını yakalar? Okuduğum bir kitabın etkisinden çıkamamak mı onu unutulmazların arasına koyar? Bunların cevabını bence hiçbir zaman netleştiremeyeceğim ama zaten bu soruların peşinde bir hayat geçirmek asıl eğlenceli kısım.
kanken’im dökülüyor
Orhan Pamuk’u çok severim, özellikle eşyaların ve mekanların tanıklığını bir gazeteci gibi nokta atışı betimleyerek anlattığını düşünürüm. Benim karakterimi birkaç eşyayla anlatması gerekse, başta emektar orman yeşili Kanken’imi ele alırdı. Arada moda sonra hızlı demode olan, şu anda da moda olup olmamasını umursamadığım bu çantayı 13 senedir kullanıyorum. Daha geçen gün içindeki etiket koptu, daha doğrusu onu yerinde tutan son birkaç ipliği ben çekip kopardım—bu yazının kapağındaki Mayıs kolajında fark etmişsinizdir belki.
Hızlı modanın bir yelde kaybolan trendlerine ve kalitesiz malzemelerine karşı koyarak bir eşyayla böyle bağ kurup uzun yıllar kullanabildiğim için şanslı hissediyorum. Bu eskimiş çanta belki de tarzımı en iyi yansıtan aksesuar olmasa da tüm geçmişimi içine sığdırabildiği için çok özel. Her taktığımda, tüm hayatımı tıkıştırdığım uçak seyahatleri ya da yığın yığın kitaplar arasında zor nefes aldığı kütüphane ziyaretleri gibi yeni bir maceraya çıkıyormuşum gibi hissediyorum. Bu aralar kirli metro zeminleri dışında pek bir şey görmese de, long live zamana meydan okuyan eşyalar <3
hayat admini
Ajanda formatına geçmeden önce Substack’e yazmadığım uzun bir zaman vardı—ilk başta hayatı çok yaşadığım, sonra da hayatı az yaşadığım için aklımdakileri ötelediğim bu dönemde asıl gözümde büyüyen bu hesabın giriş bilgilerini hatırlamaktı. Böyle ufak bir görev ertelenir mi diye düşünebilirsiniz, fakat bunlar bir termit höyüğü gibi büyüyüp insanın içini …
Yazıda bahsettiğiniz dergi okuma ihtiyacı bende de küçükken okuduğum haftasonu kültür sanat gazete ekleri özlemi gibi canlanıyor. Ne kadar merakla takip ederdim. Yeni çıkan kitaplar, albümler, sinema filmleri. Belki o eserlerden birisiyle ilgili bir röportaj. Bütün ilhamı bir yerden toplayıp yeni meraklara oradan açılmak çok hoştu
"Influencing girdabı"ndan çıkmak ❤️