Bu yazıyı nispeten özetleyen ses kaydı yukarıda 🎧
Korkunç bir Ekim ayı geçirdim. Kronik hastalıkla yaşayanlar bilir, bir gün diğerine benzemiyor. Tüm planlar suya düşüyor, yapılanlar da tamamlanamıyor. Pek bir şey okuyamadığım ya da izleyemediğim VE evden dışarı çıkmadığım bu uzun dönemi birkaç kez yazmaya çalıştım ancak fiziksel olarak yapamadım. Yapamayınca üzüldüm, daha çok içime kapandım. Tencereye alınmayı bekleyen bir ıstakoz gibi günlerimi yatakta geçirdim. Evden nadir çıkışlarımdan birinde İzmir’e uçtum—iyi ki gitmişim.
Yazamadığım, okuyamadığım, takip edemediğim her şey içime dert olurken gökyüzünün her gün masmavi olduğu İzmir’de günün akışına kendimi bıraktım. Annemle pancar çorbası yapmayı öğrendik. Sürekli ceviz kırıp yedim. Limonlu su içtim. Masterchef izledim. Yeni ilaçlara alışmaya çalıştım. Uzun zaman sonra bebekler gibi uyudum.
Biraz gözümün feri yerine gelince ablamla Kent Ormanı’na gidelim dedik; ben de buradaki kitaplığımdan bir klasik seçmek istedim ve Charles Dickens’ın Great Expectations’ını (Büyük Umutlar) yanıma aldım. Büyük Umutlar’ı ya da herhangi bir Charles Dickens eserini zor zamanlarda beni rahatlatan eserler listesine koymam aslında. Sadece ne olacağını bildiğim, beni hayal kırıklığına uğratmayacak ve hatta bitirmek zorunda olmadığım bir kitap istedim.
My father's family name being Pirrip, and my Christian name Philip, my infant tongue could make of both names nothing longer or more explicit than Pip. So, I called myself Pip, and came to be called Pip. (Oxford World’s Classics)
Soyadımız Pirrip, adım da Philip olduğundan küçüklüğümde bu iki adı bir arada söylemeye bir türlü dilim dönmez, anca ‘Pip’ diyebilirmişim. Böylece adımı ‘Pip’e çıkarmışım, herkes de beni ‘Pip’ diye çağıragelmiş. (Can Yayınları, çev. Nihal Yeğinobalı)
Ama işte ilk satırda tüm uykuya yatmış bilgilerim pır pır etti—baş karakterin kendi kendine isim vermesi detayı tam bir Bildungsroman örneği ya, hemen aklım ders notlarıma gitti. Karşılaştırmalı Edebiyat okurken her şeyi didik didik ediyorduk çünkü. Notlarıma da bayağıdır bakmıyordum sanki, en son kitaplığımı ayıklayıp Hermes Sahaf’a emanet etmeden şöyle bir göz atmıştım. Oysa sakladığım ders notlarımı çıkarıp bakmak bana her zaman motivasyon kaynağı olmuştur; hem okuduğum konuların çeşitliliği hem de notlarda gösterdiğim titizlik, içimdeki özenli yaşam ve ilham perilerini bir dürter. İçinden geçtiğim hastalık girdabında buna ne kadar ihtiyacım olduğunu anlatamam—hala da var.
Uzun zamandır lisansta ele aldığımız kitapları okumadığım için ilk okuma - yeni okuma karşılaştırması yapma fırsatım olmamıştı (İpek Ongun’u baştan okumuş biri olarak bu konsepti sevdiğim apaçık ortada). Pip’e dair notlarımda kimlik arayışı ve inşası gibi temaları öne çıkarmışım; uzaktan kulağıma çekici gelen yerleri kısa kısa not alıp pek de dersi dinlememişim sanki. Çünkü hiçbir notumda, bugünkü okumamda baştan apaçık bir şekilde hissettiğim bir şey yazmıyordu: Kitap bayağı komikti. Gözlerimden yaşlar gelene kadar gülmek gibi bir şey değil, kıs kıs gülmenin staccato hali gibi—”hıh!”
Bunun nedeni, üniversitede kanon okudukça, “büyük” konulara odaklandıkça kitap okuma zevkimin bir noktada sönmesi ya da bir görev haline gelmesi—sanırım yeniden alevlenmesi Donna Tartt’ı buldu ve ondan sonra da okuma açlığımı tamamen çağdaş edebiyatla doyurdum. Çoğu kitabın sonunu başlamadan bilmek, ÇOK iyi kitaplar okumak, kritik bir şekilde yaklaşmak ve aynı zamanda bunalımlı günler geçirmek ile asla yazar olamayacağıma karar vermem de çok uzun sürmedi.
Sonraları, yazarlığı denemeye başlamamla bir parça paralel, içimde tekrar klasiklere dönme isteği geldi. Mesela, bence artık komediye dönüşmüş bir şekilde uzun zamandır Savaş & Barış’ı okuyorum, ve güncelleme: Savaş hala ufukta. Murat Belge’nin derslerinde aldığım notlara da (yazım yanlışlarıyla birlikte) şöyle bir göz gezdirdim; hayatımda hiçbir konuyu bu kadar özgüvenle ve bilgece anlatabileceğimi sanmıyorum. O zamanlar bu beni yazmaya, okumaya ve daha iyisini yapmaya küstürürken, şu an ne kadar güzel şeyler öğrendiğime sevinip kendi adıma mutlu oluyorum. İşte insan kendi ensesinden inmeyi öğrenmeli. Yine de sıklıkla aklıma gelen, bazen Burak’la da birbirimize sorduğumuz bir soru var: X yaşına dönsen ne yaparsın? Ben hep okula geri dönüp daha çok çalışırım diyorum, şu kafamla ohoooo, neler neler yaparım.
Bu yolda, yani lisansın son yıllarında yaşadığım “iyiye geç kaldım” hissini hafifletmekte, ilk denemem yüksek lisansa başlamaktı. Gerçekten de sevmeye çabaladım ama ı-ıh, olmadı. Bir kere lisans boyunca tüm Felsefe derslerinde sıkıntıdan baymış, her final zamanı telefonumu kapatıp sınavlara girmemiş biri olarak, Kadın Çalışmaları’nda okuduğumuz erkek erkek filozoflar beni epey zorladı. Okumak da değil, bas bas bağıran birini sadece dinlemekti yaptığımız. Hiçbir şekilde tartışmayı yüreklendirmeyen, ikinci dalga sol feministi havasında boğuluyordum; hatta bir sunumumda “Sen hoca değilsin” gibi saçma bir eleştiri yemiş ve düşük puan almıştım.
Yine de sevdiğim profesörler de vardı, Ekofeminizm dersi okumaları tüm süreçte beni entellektüel olarak uyaran tek konuydu mesela—Mad Max filmi üstüne çok sevdiğim bir essay bile yazmıştım. Şok edici değil, Kadın Edebiyatı dersinde The Handmaid’s Tale, Sevgili Arsız Ölüm, Kadın Destanı gibi eserleri okumak dikkatimi bir nebze ayakta tutuyordu. Ama boğulma hissi geçmedi, kadın ressamlar üstüne bir tez yazma isteğim dikkate alınmayınca da bıraktım. Öylece, bir gün okula gitmedim. Hala kaydıma ne olduğunu bilmiyorum, silinmiştir herhalde.
Nasıl bir öğrenci olduğum yıllar içinde, konular paletinde farklılaşsa da, bazı kitapları gerçekten çok sevdiğim gerçeği hiç değişmedi. Rana Tekcan’la Jane Austen kitaplarını virgülüne kadar konuşmayı, detayları cımbızla çekmeyi, dedikodusunu yapmayı, ailelerin ne kadar parası olduğunu hesaplamayı, ilişki ağaçları çizmeyi iştahla sevdim. Çünkü 1) hiper odaklanma isteğimi tatmin ettim 2) dinlemenin dışında konuşma fırsatı buldum—ki utangaç ve tüm otorite figürlerinden çekinen biri olarak bu benim için nadirdi. Ama şimdi görüyorum ki, en çok konuşunca bir kitabı daha iyi anlıyorum, bir filmi daha iyi özümsüyorum—belki de bu yüzden iki kitap kulübü kurmuşumdur?!
Bir edebiyat öğrencisi olarak hala bu şekilde not alıyor muyum? Hayır. Hatta sanki kelimeler benden kaçıyormuşçasına hızlı hızlı, özensizce mini notlar alıyorum; genelde soru işaretleriyle el ele giden. Aslında Yüzü Güzel kitap kulübü için aldığım notlara bakın mesela: “toksik maskülinite”, “tersane obsesyon = gemilerin gitmesi için tersane kalmak zorunda?” “anne niye kök salmıyor?” gibi şu anda okuyana hiçbir şey ifade etmeyecek kısa notlar. Ama bir zamanlar yeterli bulmadığım, vasat bildiğim öğrenciliğim sayesinde uzun uzun anlatılanı yazmadan, kendi kafamda bir metni iyi bir bağlama oturtabiliyorum. Çıkarımlarımın kimseye bir anlam ifade etmesine ihtiyacım yok. Ve artık bir kitabı açarken korkmuyorum.
Ayrıca kendi hayatımın notlarını almak daha iyi. Ve eğlenceli ^_^
El yazın ne güzelmiş 💙
Sesini duymak cok guzeldi, ne kadar ozlemisim! El yazina eridim bittim Derya <3