İpek Ongun’un Bir Genç Kızın Gizli Defteri serisini baştan okuyup hakkında bir şeyler yazma fikri geçen sene aklıma geldi. Belkıs’la birlikte Aslında Yüzü Güzel için Ela’yı yazarken ve çizerken ergenlik bohçalarını açıp duruyoruz ya, sıra, üstü sararmış ve benek benek olmuş Serra Noyan’ı sandığın dibinden çıkarmaktaydı.
İzmir Kıbrıs Şehitleri’ndeki bir sahaftan ilk altı kitabı buldum (ya da bir iki tanesini başka bir yerden tamamlamış olabilirim). AYG’ye referans olması için 2000’lerin başından birkaç Hey Girl ve Blue Jean’i de satın alıp bavulumu bir güzel çok eski kitap ve dergi kokusuna buladım (hayır, bu kokuyu sevmiyor ve kaşınıyorum).
Dönüş yolunda ilk kitabı bitirdim; çocukluğuma ve ergenliğime yön vermiş bu karakterin ne kadar sorunlu olduğunu bilsem de ve bu yüzden tekrar okumaya karar vermiş olsam da, şaşırmaktan ve küçük aklıma acımaktan kendimi alamadım. Hemen Instagram’da şunları yazmıştım:
Bir Genç Kızın Gizli Defteri veya İlk Gençlik Anlatılarında Bir Yazım Tekniği Olarak Rüya/Hayal Sekansları ya da Serra Noyan’ın Gözden Kaçan Şişman Fobisi 🥲
Serra’nın Lise 1 günlüğünden oluşan bu kitabı okuduğumda tam kaç yaşında olduğumu kestiremiyorum ama bende uyandırdığı “ben neden Serra gibi değilim :(“ duygusunu hatırlıyorum. Halbuki Serra benim gibi şişko, sivilceli, çirkin bir kızdı (kendi sözleri), günlüğünün sayfalarında da aynı derdi paylaştığımızı yazıp duruyordu ama dert ortağı olmaktan çok uzak, yargı dağıtıyordu. Tabii o zamanlar beden algıma yarayacak bir şekilde in situ bunları çözümleyemediğim için dövünüp duruyordum (hem de kitapları yalayıp yutmaya devam ediyordum, en azından ilk beş kitap). Bugün baktığımda ise “Ay Serra da ne didaktik bir kızdı” demekten başka bir katkımın olmadığını fark edip Bir Genç Kızın Gizli Defteri’ni tekrar okumaya karar verdim. Sahi Serra neden beni gıcık ediyordu? 🗣️
Nedeni hâlâ aynı: Serra ne didaktikmiş ya! Hiç kimseyi olduğu gibi kabullenemedi, yaşadığı tüm türbülansları rüyalarına giren Cosby babası sayesinde ERİL ERİL atlattı falan (bu detayı inanılmaz unutmuşum). Annesinin PERHİZ obsesyonunu hayal meyal hatırlıyordum fakat Serra’nın şişman fobisini hiç fark etmemişim mesela. Öyle kompleks içselleştirilmiş bir fobi değil: Serra yakınmaları ve hayalleriyle tipik şişman bir genç kızı temsil ediyor gibi görünüyor olabilir ama bu bir aldatmaca. Yazarının elinde zayıflığa geçişi zorunlu kılan, yücelten ve ödüllendiren bir araç. Bu seriyi ergenken okuyanların benzer şeyleri fark edip etmediğini ya da başka nelere takıldıklarını merak ediyorum.
İstanbul’dan Londra’ya dönerken uçakta, biraz da eve giderken trende okuyup bitirdim kitabı, altını çize çize. Beden algısıyla ilgili yerleri yeşille, genel yargı dağıtma şölenlerini morla, hoşuma giden yerleri sarıyla çizdim. Öyle çok mesafeli, sınıflandırma merakına bulanmış bir okuma değildi gerçi, çoğunlukla kendimi boşu boşuna darlamışım diye düşünmekten bu renkler çok karıştı sonlara doğru. Renkler bir yana, aslında kitabın özetini geçmek istiyorum ama o başka bir yazıda. Lay-lay-lom diyerek bitiriyorum, çünkü Serra influence 🤠
#II: Arkadaşlar Arasında
Şimdi ADHD çok acayip bir şey—gaza gelip bunu yazdıktan, yani dopaminimi aldıktan sonra serinin kalan kitapları rafımda bir posta daha tozlanmaya mahkum oldu. Bunun için çok analitik bir neden yok, basbayağı Serra içimi daraltmıştı ve Goodreads’teki şanımı korumak istiyordum. Ne zaman ki bu yaz bir anda taşınmamız gerekti, kafam hiçbir şeyi almaz oldu; elim hiçbir kitaba gitmiyordu ve taşınma işlerinin altında bocalıyordum. Ben kolay kazanılmış bir dopamin istiyordum ve çare tabii ki de İpek Ongun’daydı.
Yemek/çalışma masamın üstünde gazeteye sarılması gereken binlerce ıvır zıvırın arasında yer açıp başladım Arkadaşlar Arasında’yı okumaya. “Okuldan nefret ediyorum! Sıska kızlara bayılan oğlanlardan nefret ediyorum! Ve de, şu ara en çok annemden nefret ediyorum!” diye açılan, sonunda statükoya yenik düşüp ufak bir popülerliğe adım attığı ilk kitabın ardından, annesi ona ~kazık atıyor ve Ankara’dan İstanbul’a taşınacaklarını söylüyordu. Ben de tabii o sırada taşınıyor oluşumuzdan nefretler nefreti ettiğim için Serra’nın akabinde geçirdiği sinir krizlerini ve şımarıklıklarını soğuk bir pizza gibi afiyetle yiyordum.
İlk kitapta Serra’nın şişman fobisi ve sınır tanımayan tutuculuğu dikkatimi çekerken, Arkadaşlar Arasında’da ne kadar da “heveskaçıran” olduğuna takıldım. Özellikle kuzini (herkes gender-bağımsız kuzen demiyor mu ya?) Sırma’nın dediği HER şeyde kusur araması ve “Sırma deli misin” “Sırma aklını kaçırmış olmalısın” diyaloglarıyla asla bir girl’s girl olmadığını her olayda kanıtladı:
Daha iki adım atmamıştık ki, Sırma, “Çocuklar size bir sürprizim var,” dedi.
“Yaa, neymiş, neymiş?” dedi saf Zeynep.
Bense, “Hayrola” dedim.
“Aman, hemen de kuşkulanır,” diye bana çattı Sırma.
“Sürprizi söyle, sürprizi söyle,” dedi Zeynep merak içinde.
“Falcıya gidiyoruz.”
“Neee?” İkimizin de ağzından aynı sözcükler çıkıvermişti.
“İstanbul’un en ünlü falcılarından birine gidiyoruz, yavrularım” dedi Sırma çok iyi bir iş yapmış gibi gururlanarak.
Sırma falcılara bayılır. Ne bulur böyle saçma sapan şeylerde bilmem ama yine hayatın tadını çıkaramamakla suçlanmamak için çenemi tuttum.
“Oley!” dedi Zeynep.
Benimse içimi garip bir sıkıntı kaplayıvermişti. “Ne o Serra, sesin çıkmıyor.”
Çıkmaz tabii! Sahnenin geri kalanında söyleyeceği binbir lafı hatta sonra Sırma’nın falcıda yaşayacağı (bence komik) hüsranı kıyamet senaryolarına dönüştürmekle meşgul. Sırma kalkmış, seni İstanbul’a alıştırmak için arkadaşlarını toplamış gelmiş, her şeye bir kusur bulma! Bulur. İpek Ongun’un gerçek hayatta nasıl olduğunu bilemem ama ortalama bir annenin “Ben sana demedim mi!” fonksiyonunu ya da tutuculuğunu ergen karakterine kalayladığı aşikar.
Diğer yandan, çocuklukta ve ilk gençlikte çoğu kişinin başkalarını yargılamakta ve çekiştirmekte epey brutal olduğunu maalesef iyi biliyorum :] Ama Serra karakterinde bunun daha didaktik ve kendini üstün gören, tasvip etmeyen bir bakışla vücut bulmasının farklı şeyler olduğunu düşünüyorum: Serra gibi karakterler gerçek hayatta olabilir ama gizli bir defter tutmaya layık bir hayat mıdır onunkisi? Zaten duruşunu koruyan ve aklından geçen çoğu şeyi söyleyebilen, söylemediği zamanlarda da karşı tarafın haksız/suçlu olmasıyla eninde sonunda içi rahatlayan, yaptığı iyimser hataların aynı defterde yani kısa bir zaman aralığında çözüme kavuşmasıyla bagajsız bir yetişkinliğe ilerleyen ve tüm hayalleri birer birer gerçekleşen Serra mıdır tüm gençlik sancılarına yol gösterebilecek kahraman?
Kendi günlük çabalarımı hatırlıyorum. Ya kendimi sansürleyip yazardım ya da böyle çok bilmiş, aşırı depresif bir tona bürünüp kendi içimi sıkardım ve başka bir gün içimden yazmak geldiğinde, bu yazdıklarımı okur, kendimden iğrenir ve sayfaları yırtardım. Bu yüzden, Serra’yı o dönemde okurken kendi yazdıklarımla ve hislerimle karşılaştırıyordum; en taşkın halimle kendimi ve başkalarını yerin dibine vuruşlarımın yanından bile geçmiyordu, yaptığı sözde yanlışlardan dönmesi çok kolay oluyordu ve sayfalarca defter yazacak kadar olaylı bir hayatı vardı. Benim defterlerimde ise olanlardan çok olmayanlardan dert yanan, kıskançlıkla daha fazlasını arzulayan ve bir türlü hayallerine erişemeyen bir ses yankılanıyordu. Gerçi yankılanmadan çöpe atıyordum—şimdi böyle yazınca tam bir genç kızın gizli defteri olduğunu düşünüyorum, çünkü asla bulunamayacaklar.
Sahaftan aldığım Arkadaşlar Arasında, seri içinde en yıpranmış kitaptı; bir bunu, bir de 4. kitabı birden fazla okuduğumu ve tüm olay örgüsünü hatmettiğimi hatırlıyorum. Bir anda İstanbul’a taşınan ve yeni arkadaşlar edinme yolunda başından türlü olay geçen Serra’nın bu kitapta hemencecik çözüme kavuşturacağı ahlaki çıkmazı ise voleybol ve clapback başkanları Simten ve Aylin’le çarpışması oluyor:
Taksim’de buluştuk Simten ve Aylin’le.
Beyoğlu’nda, karanlık bir diskoydu, beni götürdükleri yer. Yani böyle gündüz gündüz karanlık bir yerde oturmak tuhafıma gitti ama artık içeri girmiştik bir kere. Sadece karanlık mı, sigara dumanından göz gözü görmüyordu.
(…) Masada birkaç kişiydiler. Hepsi uzun saçlı, kulağı küpeli tiplerdi. Uzun saça, küpeye filan karşı değilim ama bunların halinde, görünüşlerinde beni rahatsız eden bir şeyler vardı.
(…) Deriler giymişler, gümüş bir sürü şey takmışlardı. Üç oğlan bir kızdılar. Kıza da kız demeye bin şahit ister, bizim radikal Toprak bile onun yanında Pamuk Prenses gibi kalır. Sonra çok da suluydular, vara yoğa itişerek gülüşüyorlardı. Aylin’le Simten bunları nereden tanımışlar böyle, diye düşündüğümü anımsıyorum. Ve de bira içiyorlardı. Aylin’le Simten de birer bira ısmarlamazlar mı… Onlara kötü kötü baktım ama hiç oralı olmadılar, akılları sıra “cool” takılıyorlardı.
(…) Rock konserlerinden ve rock’cılardan söz ettiler bir süre. Yanımdaki yaratık pofur pofur sigara da içiyordu üstüne üstlük. Onlar konuşuyor, bense sıkıntı içinde susuyor, arada gizlice saatime bakıyordum. Kendimi uyuşturucu inine düşmüş gibi hissediyordum. Burayı hiç mi hiç beğenmemiştim.
Arkadaşlar Arasında’nın 1996-97 arasında yazıldığını var sayarsak, bu tarihlerde Türkiye’nin çalkalandığını aşağı yukarı herkes biliyordur; dolayısıyla diskoda sigara içen gençlerin sansasyon yaratmada listenin en altında olduğunu ya da olması gerektiğini düşünüyorum ama tabii ki de bu bir gençlik romanı.
İlerleyen sahnelerde, “bebek” lafını liberal şekilde kullanan itlik serserilik peşindeki rocker boy, Serra’ya sulanırken bir anda sansasyonel fotoğrafları çekiliyor. Tam da bir ebeveynin kafasında kurgulayabileceği derecede gerçek dışı olması sebebiyle sallayamadığım bu karakterin neden olduğu fotoğraf ise Aylin ve Simten duo’sunun Serra’ya şantajla istediklerini yaptırabilecekleri bir kurgu aygıtına dönüşüyor. (Serra’nın bu korkunç gün sonrası eve gelmesi ve sigara kokmuş eşyalarını havalandırması beynimde muazzam bir yer etmiş olmalı ki, ilk sigara içtiğim zamanlarda kıyafet havalandırmanın bir işe yaramadığını görmek beni büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı.)
Bir yandan da diskoda fotoğraf çektirilmesine takıldım—tam olarak hiç diskoya gitmemiş birinin bilgi eksikliği ile yazıp parmak sallayacağı bir sahne gibi; zaten tüm seri de gençliğin ne yaşadığını bilmeden nasıl olması gerektiğini anlattığı için aslında tutarlı bir yaklaşım diyebiliriz… Öte yandan, Aylin ve Simten karakterleri, bu kadar gözümüze sokularak kötüleştirilmese var olan sinsilikleriyle daha gerçek bir tehlike olarak anlatılabilirdi, but alas. Yüzüne gülen, arkandan iş çeviren bu proto-frenemy’lerin gelişmiş versiyonlarını önümüzdeki kitaplarda Betül ve Ayça ikilisi olarak göreceğiz.
Aylin ve Simten’i hayatından çıkardıktan sonra rahatlayıp asıl kendini yakın hissettiği halkın içinden Sıla ve Dilek ile, bazen de zengin kızlar Melis ve Esin ikilisiyle takılmaya başlıyor Serra. Bir yandan Okulu Güzelleştirme Derneği kurup duvarları boyuyorlar, posterler asıyorlar; yönetim de nasıl şeker, ceplerinden para çıkmadığı için hiç karışmıyor. Okul grubuyla muhteşem bir konser verip kek börek satıyorlar, para topluyorlar falan aman yarabbim, ben zamanında bunları okurken nasıl kafayı yememişim, anlamıyorum. Kendi zavallı devlet okulumda tinerciler vardı çünkü, bir keresinde de ciddi anlamda akıl sağlığı yerinde olmayan bir kadın okulu basmıştı lol.
Arkadaşlar Arasında, okul müdürünün Serra’nın sınıfını yücelttiği, artık sıkıcı teneffüs zillerinin yerine “okulun saygınlığına yaraşır bir müzik türüyle” derslere girip çıkabileceklerini müjdelediği ve “EN BÜYÜK MÜDÜR BİZİM MÜDÜR” olarak ilan edildiği konuşma ile sona eriyor—otoriteden onay alarak rahatladığı, ahlaki konturlarını iyice belirginleştirdiği Lise 1 dönemi de böylece bitiyor.
#III: Kendi Ayakları Üstünde
BGKGD serisindeki ilk üç kitabı, ardışık zaman geçişleri ile 15-16 yaşları uzun bir düzlemde ele aldığı ve daha samimi gelen çatışma noktalarıyla örülü kurgusundan dolayı Serra’yı daha ~erişilebilir bir karakter kıldığı için farklı bir yerde konumlandırıyorum. Nitekim, Kendi Ayakları Üstünde hız kaybetmeden flört dolu bir Akdeniz turuyla açılıyor. Serra, tüm sene telefonda fısır fısır konuştuğu ve bir anda acayip seviyeli bir sevgililik aşamasına geçtiği Cüneyt’le yaz tatilinde Çeşme’de buluşacağı için ayrı bir mutlu tabii.
Bir parantez açıp bu kitap kapağındaki liseli Serra imgesini nasıl beynime fotokopilediğimi anlatmak istiyorum. Bir kere Altın Kitaplar’dan çıkan versiyonları, becerikli fırlama Ayşegül (yani Martine) ile liseli Serra arasında dümdüz bir görsel çizgi çekmesi ve üniversite kataloglarındaki mutlu öğrenciler zeitgeist’ını ustaca yakalaması sebebiyle daha üstün buluyorum. Bu kapağın da Şahin Karakoç tarafından yapıldığı tahminini yürütüyorum, kendisi Dean R. Koontz ve Stephen King romanlarının yanı sıra reklam ve film afişleri de üretmiş bir ressam ve illüstratör; ben özellikle şuna bakmaktan kendimi alamadım, aklımın tam oturmadığı ya da benden çok önceki zamanları anımsatan bir je ne sais quoi’ya sahip.
Normalde kilolu, göze çarpmayan bir görünüme sahip olduğu kodlanan Serra’nın, bu kapaktaki mini ekose eteği ve eforsuz bir şekilde bol kırmızı kazağının yanı sıra bir Amerikan lisesinde görülebilecek bir özgüvenle kitaplarını göğsünde kucaklaması beynimin içinde nereleri kaşıyordu, kim bilir. Kakül saçları, hokka burnu, özenle kıvrılmış beyaz çoraplarla giydiği spor ayakkabıları (İO buna “lastikler” der) ve düzgün bacakları ile Serra, asla gerçek hayatta görmediğim ve olamayacağım bir liseli arketipi oluşturuyordu.
Boş bardak Cüneyt’le yaşadığı olumlayıcı flörtün de etkisiyle İstanbul’a döner dönmez diyete ve spora başlıyor Serra. Bir gizli defterden beklenebilecek seviyede bu sürece dair hiçbir ıkınma, sızlanma, yerme görmememiz bir yana, epey hızlı bir şekilde amacına ulaşmasıyla bu şişmanlık-çirkinlik arkını sorunsuz bir şekilde geride bırakırken kamu spotu tarzı bildiriler dağıtmayı da biliyor:
Bütün hafta hiç aksatmadan spora gittim. Diyetimi de uygulamaya devam ediyorum. Bugün yine tartıldım ve yaşasın, yaşasın, bir kilo daha vermişim. Anneme bu durumu bildirince beni tebrik etti ve de kıskandı, çünkü o daha yavaş kilo veriyor.
“Herhalde spora gidiyorum diye kilo veriyorum.”
“Kilo vermenin asıl nedeni yediğine dikkat etmen. Spor ise daha çok, etlerinin sıkılaşmasına, vücudunun şekle girmesine yardımcı olur.”
“Yani yiyip yiyip spor yaparsam, kilo veremez miyim?”
“Veremezsin canım. Spor çok yararlı bir yardımcı öğe ama asıl önemli olan yediğine dikkat etmek.”
“Boşuna değil, o şişman hanımlar bir türlü zayıflayamıyorlar. Habire pişirdikleri böreklerden söz ediyorlar.”
“Öyle yedikten sonra boşuna uğraşıyorlar.”
Cüneyt’le yalnızca Türk Telekom sayesinde yürüttüğü ilişkinin bir okul gezisinde dramatik bir şekilde bitmesi dışında, Serra’nın bu kitapta yaşadığı en belirleyici çatışma üniversitede ne okumak ve ne olmak istediği sorusuna cevap aramak oluyor. Biraz çocuk bakıyor, biraz kültürlü arkadaşı Toprak sayesinde etkinliklerde çalışıyor, annesinin sakladığı ekonomi sayfalarını okuyor, derken sonraki kitaplarda da klası yüzünden epey bastırılan/dalga geçilen Toprak sayesinde bir turizm şirketinde yarı zamanlı bir iş buluyor ve sonunda bu alanda karar kılıyor.
Serra’nın tutkusunu bulabilmesi ve hayatta ne yapmak istediğini ciddi bir seçim yapma noktasına gelmeden keşfedebilmesi (yüksek) orta sınıf ayrıcalığı sayesinde oluyor—bunun çoğu insan ya da en azından benim için geçerli olmadığını bilmenin farklı yaşlarımda değişik etkileri oldu. Ergenlik dönemimde bu ayrıcalığı tanıyamıyor, başkalarının nasip ve fırsat dolu hayatlarını kendim için istemek dışında hiçbir şey yapamıyordum. “Çok isterseniz olur” “Çok çalışırsanız olur” ile pazarlanan bir ideale sadece olağanüstü bir istisna olduğumda ulaşabileceğim fikrini özel bir üniversitede okuduğum dönemde edindim ve fevkalade olamayacağımı anladığımda da gayret ve özenin beni acınası gösterdiğine kanaat getirip çabalamayı bıraktım. Serra’nın Lise 2’de verdiği bu karar sonrası hiçbir şekilde hayatını sorgulamamasını ve seçtiği yolda dümdüz devam etmesini ise hayatımın hiçbir döneminde anlayabileceğimi sanmıyorum.
İlk kitapta Cosby (that aged poorly) hayal dünyasında yalnızca Serra’ya yol gösterirken, ikinci ve üçüncü kitaplarda Mualla Öğretmen karakteri daha kamusal bir şekilde sınıfa, yani tüm gençlere sesleniyor ve kitabın didaktik tonunun arttığına işaret ediyor. Bu tarz karakterler, Serra da bir Virgil’e dönüşene kadar gençliğe yol göstermeye yarıyor. Sorgulamayı, kendileri için düşünmeyi ve kültürel olarak açılmaları gerektiğini söyleyen sevgili Mualla sayesinde Serra bir edebiyat yarışmasına giriyor ve tabii ki de kazanıyor. Her şeyin rekor zamanda, bir kez daha deadline içinde çözüldüğü kitabın son sayfaları, yarışmanın ödülü olarak Amerika’ya giden Serra’nın Hürriyet Pazar eki tadındaki seyahat gözlemleriyle çıldırtacak derecede bir sıkıcılıkta bitiyor. Turizmi meslek edinmesiyle bu seyahatlerin sıklaştığını ve bu sekansları büyük bir gönül rahatlığıyla atladığımı söylemek isterim. Yalnız tüm bu baygınlık Gülten Dayıoğlu’nun çocukken ezberlediğim Kafdağı’nın Ardına Yolculuk kitabını bana tekrar okuma fikrini verdi ama karşılaşacaklarımdan çok korkuyorum.
Burnuma kızartma kokusu geliyor—patatesler belki o an ya da bundan otuz sene önce kızgın yağa atılmış olabilir, bilemiyorum. Güvercinlerin sinirli şekilde kısa mesafe uçup bir yere konduklarını duyuyorum ama nerede olduklarını kestiremiyorum, her kanat çırpışında kızartmanın farklı bir kesif katmanını keşfediyorum. Kimsenin görmek istemediği ıvır zıvırları görmek buranın laneti: rulo yapılmış ve cama yaslanmış halılar, ütü masaları, üst üste özensizce konmuş çamaşırlar.
Burası bir zamanlar oturduğumuz betonarme binanın apartman boşluğu.
Kiraz Ağacı değil.
Müthiş bir yazı olmuş! Hani derler ya film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti, işte tam olarak bu seriyi okuduğum yılları gördüm bir an. Başa döne döne okuduğum (senin de tabirinle kolay kazanılmış dopamine ihtiyaç duyulan anlar olsa gerek) ve her okuyuşta - bu Serra ne garip karaktermiş ya - demeye başladığımı hatırladım. Ben seriyi hemen hemen Serra'nın günlük tutmaya başladığı yaşlarla eş zamanlı olarak takip ettiğim için o dönem acayip bir yakınlık kurmuştum. Ve gerçeklerin de bazen oradaki gibi olacağını sanıyordum muhtemelen. Paralel olarak İpek Ongun'un Yaş On Yedi, Bir Pırıltıdır Yaşamak gibi "öğretici" kitaplarını da okuyordum ama neyse ki kendime bunlar üzerinden bir kimlik inşa etmeden kurtarıcı başka kitaplarımı buldum.
İlginç olan şu ki o dönemden kalma pek çok gençlik kitabımı yıllar önce dağıtmış, isteyene vermiş veya kaybetmiş olmama rağmen bu seri halen yerinde duruyor. Taşınmalara direniyor, farkına varmadan özenle bakılıyor. Altın Kitaplar baskısı hem de evet:) Sanırım bugünün gözünden ve bilincinden tekrar bakmak adına seriyi dolabın ücra köşelerinden çıkarıp okuyacağım. Farklı bir deneyim olacağına eminim:)
Serra'yı o yaşımda okurken bile sevememiştim :) Ama müthiş bir furya idi ve İpek Ongun ona yazdığımız tüm mektuplara cevap yazıyordu, bu nasıl bir süksedir 6. sınıf öğrencisine tahmin edersin:) Serra'yı bıraktığımda görücü usulü bulduğu eşi ile evlenmek üzereydi, sonrasında iyidir inşallah. Yazı ise muhteşem, emeğine ellerine sağlık