güneşi yüzümde hissediyorum
iki düzine yumurta ve kitapçı sahneleri; bir senedir korece öğreniyorum!
Yürümeyi hiçbir zaman rahatlatıcı bir eylem olarak görmedim. Bir kere küçüklüğümden beri bana doğru, yanımdan, arkamdan yürüyen herkesi bir tehlike ya da kafamda illa bir yere oturtulması gereken mobil parçalar olarak algılarım.
Arkamdan gelenlerin seslerinden, parfümlerinden, kıyafet hışırtısından iç dinamiklerini, yüzlerini anlamaya çalışırım ve yanımdan geçtiklerinde de varsayımlarımın ne derece doğru çıktığını görmek isterim.
Birini sollamak istediğimde ya da biri yanımdan sıvışma niyetiyle hareketlendiğinde rekabetçi bir tavır takınırım; bazen de aslında bu suni yarışı hiç önemsemiyormuşçasına hızımı azaltırım. Genelde yayasal düzlemde kendimi bu dünyevi meselelerin üstünde konumlandırırım ama bir araba bana yol verdiğinde ya da trafik ışıkları 3-2-1 geriye sayarken tüm benliğimi karşı tarafı memnun etmeye adarım.
En heyecanlısı, bana doğru grup halinde yürüyenler olur—oluşan mikro hiyerarşide kendimi nerede gördüğüm çok mühimdir. Yıllarca zorbalanmanın getirdiği refleksten dolayı, hala bir grup çocuğun arasından geçerken nefesimi tutarım, sanki o yaşlara geri dönerim. Fermuarım kapalı mı? Nasıl görünüyorum?
Ama bu ay bana en iyi gelen şey yürümek oldu. Hala sağlığımla ilgili beni zorlayan günlük unsurlar var ama bir ay öncesine kıyasla çok iyiyim ve her yürüyüş bunu kendime hatırlattığım fiziksel bir mantra haline geldi. Normalde müzik dinlerken şimdi etrafın, parkın ve hayvanların seslerine kulak veriyorum—kurumlu bir insan sanılmak istemem ama gerçekten şimdi’nin içinde kalmak iyi geliyor. Çünkü, şimdi ve gelecek ayrı kavramlar değil de iç içe geçmiş dokunaçlar gibi beni hep bir girdabın içine alır, Odysseia’daki Scylla gibi.
Yapraklar ayağımın altında ezildikçe, burnum soğuktan buz kestikçe şimdi’ye dönüyorum. Önümden, yanımdan geçen insanların hayatlarını tahmin etmeye çalışıyorum, bu sefer kendimi bağlamdan çıkarmaya çalışarak. Anksiyete, bir saniye durabilir misin lütfen? Çamurlar içindeki Hunters botları takip eden Afgan tazıları, sahibinin topallayan sağ ayağını benimsemiş tombul bir köpek, atkımın ne anlama geldiğini soran yaşlı adam, ağacın kovuğundan ustaca çıkan kuşlar. Hepsi zamanda ve mekanda asılı kalmış karakterler.
(Ben asılı kalmayayım yeter)
iki düzine yumurta ve kitapçı sahneleri
Yürüyüşlerimin bir kısmında sesli kitap dinliyorum ve sanırım artık bu işe ısındım. Arkası yarın efekti oluyor, normalde hızlıca bitireceğim bir kitabı uzuuuun uzuuuun dinlemek hoşuma gitmeye başladı. Intermezzo’yu dinliyorum hala ve bitmesini istemiyorum pek. Sally Rooney en sevdiğim yazar değil fakat bir kitapçı olarak sadece film prömiyerlerinde görülebilecek bir sansasyonu yarattığı için sakince kıvanç duyuyorum. Evet, bence kitaplar için de kuyruğa girmeliyiz! Kapitalist uzantısı olarak şapkalar, çantalar ve binbir türlü merch hakkındaki düşüncelerim ise biraz karmaşık.
Noel geliyor ve insanların ne kadar çok hediye olarak kitap aldığını görmek beni sevindiriyor. Ivır zıvır, oyuncak satmayan bağımsız bir kitapçıda çalışmanın en güzel tarafı, insanların gerçekten kitap almaya gelmesi ve tavsiye istemeleri. 85 yaşında ve çok okuyan nenesi için bir kitap seçkisi yapmamı isteyen lacivert atkılı adam, sevgilisinden yeni ayrılmış ev arkadaşı için kafasını dağıtmasına yardımcı olacak bir şeyler isteyen, tepeden tırnağa North Face kuşanmış kumral kadın, kitap almayan ama son çıkanları benimle konuşmayı çok seven Jan. Kitapçıdan giren herkesi gözlemlemek işimin resmi olmayan en büyük parçası. Geçen Cumartesi, hayatımda duyduğum en komik “HelloOo” ile giriş yapan adamı düşünüp hala gülüyorum mesela. HelloOoooo.
Sakin zamanlarda yeni çıkanlara ve yakında çıkacaklara bakıyorum. Seneye çıkacak ve beni heyecanlandıran bazı kitapların proof’larını okuyorum ve şu an inanılmaz uzun bir liste var elimde. Hangi kitapların kimin ilgisini çekeceğini iyi biliyorum ve ona göre sipariş oluşturuyorum. Bununla birlikte işimin en hoşuma giden tarafı kitap kürasyonu. Mesela geçen haftalarda Londra’da inanılmaz burjuva eğlencesi bir diskur döndü. Şef Hugh Corcoran, King’s Cross’ta The Yellow Bittern adlı bir restoran açtı ve self-proclaimed komünistliğine yakışan sadelikte lokanta yemekleri sunmaya başladı—sonra da Instagram’da “insanlar gelip ana yemekleri paylaşıyor, daha çok sipariş etmelisiniz, para harcamanız lazım” tandansında bir sitemde bulundu. Zengin ama işçi sınıfı cosplay’i yapmayı çok seven entellektüellerin, restoran kritiklerinin ve sektördeki diğer şeflerin ziyaret ettiği bu resto-lokantanın sahibini savunan da oldu, yerin dibine sokan da. Bana da, Hugh Corcoran’ın yarı-yemek tarifi yarı-anı kitabı Two Dozen Eggs’i, yeni çıkan Michèle Roberts’ın French Cooking For One kitabı ile çiftleyip öne çıkarmak kaldı. İşimi gerçekten çok seviyorum.
Bazen boş yaptığımda raftan bir kitap alıp okumaya başlıyorum—Emma Press’ten çıkan, dikişle ilgili yazıların olduğu Bound’u merak ediyordum, geçen elime aldım ve dikiş makinesi alma isteğim yine tavan yaptı. Hep önerdiğim Sunburn’ü sonunda okudum ve etkisinden çıkamadım. Genç kuir aşk, allahım! Şimdi de Nicola Dinan’ın Bellies’ine başladım ama canım acıyacakmış gibi hissediyorum. Siz neler okuyorsunuz bu aralar?
Kitapçı bu aralar iyice popüler, çünkü bir kitap festivali kapsamında yazarlarla etkinlikler düzenliyoruz. Bir tanesinde sunucu olmak bayağı heyecan vericiydi—allaha çok şükür insanların modlarını çok güzel yakalayıp aynaladığım için iyi geçti. Ama her etkinlik sonrası eve gelince sosyal bataryam tamamen bitmiş bir şekilde uyuyakalıyorum.
Sosyal batarya demişken, kurduğum kitap kulübünün bu ayki kitabı The Echoes. Yazarı Evie Wyld’ın Peckham’da kitapçısı var—istiyorum bu hayatı ya! Öte yandan iş arkadaşıma kitabı bitirip bugün vereceğime söz verdiğim için çok pişmanım, çünkü daha kapağını bile açmadım, sıkıntılı bir kitap okuma havamda değilim ve akşama yine etkinlikte çalışacağım. Önümüzdeki iki saatte bitireceğimi de sanmıyorum, of. Zaten kitap kulüpleri söz konusu olunca bir gün öncesinde ya da o gün okumayı çok seviyorum, taze taze tartışıyorum işte. Yine başkasını mutlu etmek adına mikro sıkıntılara girmek dedik…
1 senedir Korece öğreniyorum
Ocak ayında başladığım kurs, geçen haftalarda yazma-okuma ve konuşma testleriyle sona erdi. En yüksek notla geçtim tabii ^_^ Sınavlardan birini BFI’ın kütüphanesinde oldum. Oturduğum masanın solunda Kore Sineması seçkisini, sağımda ise London Korean Film Festival’ın gala hazırlıklarını görüyordum—biraz komikti. Zaten sınavı bitirir bitirmez festivalin kapanış filmi Love in the Big City’i izlemeye koştum. Girişte filmden karelerin olduğu bir dosya hediye ettiler, allahım bayılıyorum böyle şeylere.
San Young Park’ın yazdığı aynı adlı kitap, en çok tavsiye ettiğim kitaplardan biridir. Bu kitabın şu anda hem dizi hem de film uyarlaması var—benim seyrettiğim filmde marjinal olduğu için dışlanan bir genç kadın ile eşcinselliğini gizli yaşayan genç bir erkeğin yıllar içindeki arkadaşlığı pamuk gibi anlatıldı, güldürdü ve ağızda iyi bir tat bıraktı. Filmin, kitabın sunduğu girift duygulardan arındırılmış bir şekilde romantik komediye bağlaması kafamda soru işaretleri oluşturmuştu, fakat sonra yönetmenle yapılan söyleşiyi dinleyince kuir VE ticari bir film yapmanın Güney Kore’de ne kadar devrimsel bir şey olduğunu hesaba katmak gerektiğini anladım.
Korece yapılan bu söyleşide bazı kelimeleri hatta cümleleri anladığım için kendi kendime salak gibi sırıttım elbette. Alfabeyi bundan 2-3 sene önce bir ayda kendi kendime çözmüştüm, sonra bırakmıştım. E biraz zor. Bu sene yüz yüze kursla, her hafta çalışmayla iyi bir gelişme kaydettiğimi görmek beni gururlandırıyor. Gerçekten! Keşke her gün x saat çalışsam, daha çok çabalasam diyorum ama olsun, bunu hiçbir önemli amaç olmadan sadece kendim için yapıyorum.
Ayrıca yeni bir dil öğrenirken yalnızca en basit duyguları ve eylemleri konuşmak, hayatın zorluklarından kaçmak için sağlam bir yöntem. Yok içim sıkılıyor, beynim sıkışıyor falan, bunları diyemiyorum Korece’de tabii. Şu an öğretmenimle Korece mailleşmek, yeni kelimeler ve kültürel bağlamlar öğrenmek bir deadline’dan ya da amaçtan ve çoğu zaman da gerçek hayattan bağımsız olduğu için dümdüz mutlu ediyor beni.
Dönüş yolunda da bunu düşündüm: Bir gün Korece bir kitap okuyabileyim ve yemek sipariş edeyim, yeter. Ayrıca filmdeki yemekler çok iyiydi. Hava soğuktu ve fena acıkmıştım. St Paul uzaktan çok haşmetli görünüyordu. Banklarda bir iki sevgili, kendi kendine konuşan bir adam, yavaş yavaş yürüyen turistler gördüm. Fotoğraf çekerken arkamdaki hışırtıyı hırsız sanıp korkuyla telefonumu cebime sokuverdim—Londra bu, o kadar romantize edilemez tabii. Evdeki köfteyi yapmak için çok geç oldu diye düşündüm, o sırada Blackfriars’dan bana doğru yürüyen Burak’ı görüp hafifçe koşmaya başladım. Bu akşam, şimdi, ne güzeldi.
Yazını okurken, bir ara benim de yürümek ile ilgili bir yazı yazdığımı anımsadım. Ben de yürürken Korece e- kitaplarımı dinliyordum. Şehirdeki parkı çok özlüyorum, burası hep yokuş, o açıdan çok şanslısın. Dün biz de Kore lokantasına gittik ve jajangmyeon ve yangyeom chicken yedik. Yemeğin üstüne bir tane de Kore bayrağı koymuşlar, onu da alıp eve getirdim. Bu arada doğum günlerinde ben de Korece sengil çuka hamnidaaa diye kutlama yaptığıma göre Yaprak’ın annesi ile iyi anlaşırdım, turşucu da tanışırsanız selam söyle Deli Ajumma’dan. Love in the big city filmini de bulup izleyeyim bari. Senin kitapçıyı çok merak ediyorum, 2025’de görmek nasip olur belki. Kolay gelsin, öptüm çok.
Tadı damağımızda kalan bir yazı daha🥰