Zamanında beni en karanlık spirallere, en merdivensiz kuyulara düşürebilecek bir senaryoyu yaşadım geçen haftalarda.
Masama, yani yanıma, kimse oturmadı.
Çalışma gününün ilk saatinde teker teker içeri doluşan kendinden emin, preppy iş arkadaşlarım yüksek sesle şakalaşırken, ben de tercih ettikleri masaların rastgeleliğine anlam yüklemeye çalışıyordum—hayır, bu nemrut kadınla ofis jokerinin ortak noktası ne olabilirdi ki? Derken, tok sesli CEO’muz iki buçuk saat süreceğini asla tahmin etmeyeceğim bir sunuma başladı. Kilit noktalarda başımı sallamak ve herkes gülünce gülmek dışında bir katkımın olmadığı bu basık odada, bu insanların birbirinde ne bulduğunu, bulmasalar bile nasıl bu kadar sosyalleşebildiklerini kurcalamaya devam ettim. Dev ekranda astigmatımı azdıran bir noktaya gözlerimi daldırırken aslında düşündüğüm şuydu: ben şimdiden bu kadar bitkinken, bu insanlar enerjik bir şekilde çalışmaya ve sosyalleşmeye nasıl hal bulabiliyordu?
Birkaç kişiden duyduğum, her seferinde çok da inandırıcı olmayan şekilde aksini ispatlamaya çalıştığım bir şey var: gizli dışa dönüklüğüm. Size de hemen karşı çıkma nedenlerimi sıralayayım—birincisi, maskeleme diye bir şey var. Sosyal ortamlarda hiçbir sorunum yokmuş gibi görünse de çok büyük ihtimalle içimde acılı savaşlar veriyorum ve bu ortamdan 1) ayrılma bahanemi 2) ayrılma anımı ve 3) sonunda eve gidip kendimi yatağa attığım saniyeleri hayal edip duruyorum. İkincisi, sosyalliği çok eğlenceli, pozitif olması gereken bir şey diye bir kere kodlamışım; o yüzden varımı yoğumu konuşmayı canlı tutmaya, herkesi dinlemeye yani fazla efor sarf etmeye yatırıyorum. İşte sonra sonuç, eve gidip kendimi yatağa atmak ve bir süre hiç sosyalleşmemek oluyor.
Yani sosyalliğe çok anlam yüklüyorum. Ortak noktamın olmadığı bir insanla vakit geçirme fikrini aklım almıyor—hele birbirini çok tanımayan büyük grupların içinde havadan sudan laflamalar ruhumu sıkıyor ve içime kaçıyorum. Sanki tüm konuşmalar, tüm buluşmalar anlamlı olmalıymış gibi; yoksa niye vaktimi harcayayım diye düşünüyorum galiba. Aksine boş konuşmalar sadece en yakınlarıma mahsus bir ayrıcalık; aynı odada, birbirimize bulaşmadan çürüyelim ya da saçmalayalım işte, en güzeli.
Tüm bunlara rağmen eninde sonunda arkadaş ortamlarını halledebiliyorum ama profesyonel sosyalliği bir türlü beceremiyorum; hele o açık ofislerdeki zorunlu dışa dönüklüğe tahammül edemiyorum. Etrafımdakilerin tüm sosyal mesajları doğru okuyarak ideal zamanda cıvımalarının ve aynı şekilde ciddileşmelerinin sırrının çelik bir kapının ardında bana kapalı olduğunu hissediyorum. Fakat bu gizemi çözmek gibi bir arzum da yok—müzik dinlemesem bile koca kulaklıklarımı takıp sesi bastırıyorum, en ufak boşlukta tuvalete gidip kafamı dinliyorum, öğle yemeklerini en kuytu köşelerde sansar gibi yiyip mesai sonunda hemen evime koşuyorum.
Çünkü enerjimi doğru kullanmazsam, asıl sevdiğim şeyleri yapmaya ve kendi kıymetli boş zamanıma halimin kalmayacağını biliyorum. Kendi insanlarımın, kendi fikirlerimin olduğu bir senaryoda mutlu olabilmem ve rahat hissedebilmem için sosyalliğimi idareli kullanıyorum. Ve gerçekten böyle zamanlarda parıldadığımı hissediyorum—yaptığım kitap kulüplerinde ya da kitapçıda çalışırken tanıştığım bir sürü insanla konuşurken, kendimi anlatırken ya da düşüncelerimi paylaşırken enerjimi kaybetsem de, içinde bulunduğum toplululuğun bana can verdiğini hissediyorum.
Geçen Caleb Azumah Nelson’ın Open Water kitabını okuduk kulüpte, sonra hep beraber pub’a gittik. Mahalleye yakın yerlerde geçen bu Güney Londra romanı bizimkileri çok heyecanlandırmıştı—M, birbirini seven iki insanın neden bir türlü harekete geçemediğini hala anlayamadığını söylüyordu, J ve annesi yazarın diğer kitabını okumaya karar vermişti, tam söz aldığı sırada elindeki beyaz şarap kadehini masaya vurup tuzla buz eden K ise hala benden özür diliyordu. Yanımdakiler benim de dahil olduğum film kulübünün yeni seçiminden söz ediyorlardı sanırım. İnanılmaz gürültülüydü, sesim kısılmaya başlamıştı ama eve gitme bahanem yoktu.
Masam doluydu.
Bir de sosyal, dışa dönük ve bu yüzden hep onaylanan biriyle büyümüşsen hayat daha zor. 31 yaşındayım hâlâ bu ön kabulden tam olarak kurtulamadım 😑
Evden çalışıyorum, çoğunlukla bir başımayım. Geçenlerde cevrimiçi bir toplantıda, sırf yapay zekanın lafı geçti diye, sohbet odasına "Ben de şöyle bir blog açtım." diye yazdım. Gören, ilgilenen bağlantiya tiklar diye düşündüm. Moderatör okuyup "Bize anlatmak ister misin Dilek?" dedi. Çok hazırlıksız yakalandım. Kameramı açtım; "Ben, yazabiliyorum ama konuşamıyorum." dedim... 44 yaşındayım... Otuzlarımda konferans salonu dolusu insanlara çokça hitap etmişliğim var. Ben... Ne ara bu hâle gelmişim?.. O zorunlu sosyallikten uzak durabildiğime çok mutluyum ama... İki lafı bir araya getiremez olmak da, ne bileyim?
O kadar tatlı anlamışsınız ki; benden de bunlar fırladı.