Trafiğin ve dükkanların birbirine karışıp eridiği ana caddenin iki yakasını birleştiren paslanmış köprünün çiş kokusunu es geçip merdivenlerinin dibine kondurulmuş kitapçıya giriyorum. Harry Potter ve Felsefe Taşı, Harry Potter ve Sırlar Odası… Üst üste dizilmiş soru kitapçıklarıyla dolu rafın altına serilmiş kitaplar arasından elime Harry Potter ve Azkaban Tutsağı’nı alıp kasaya yöneliyorum—elimde tuttuğum kitabın dizgisinden tut kağıt kalitesine kadar korsan koktuğunu anlayabilecek bir yaşta değilim. Bir an önce eve gidip, beyaz ekmeğe domatesli ve peynirli sandviç yapmak; yeni kitabıma, bana her şeyi unutturan o evrene dalmak istiyorum.
JK Rowling’in beyaz kadın feministliği de transfobisi de yeni bir haber değil. Artık öyle uzun zaman oldu ki, artık kendimi kötü hissettiğimde Hogwarts Savaşı’nı açmaya yeltenmiyorum. Harry Potter kitaplarını ikinci el alıp yazarına para kazandırmayarak karakterleri kucaklayanların, evreniyle yaratıcısını birbirinden tamamen ayırıp bu seriyi sahiplenmeye devam edenlerin ve artık çok da umursamayanların arasında daha soğuk bir yerdeyim. “JK Rowling ırkçı stereotipler kullanıyor” uyanışından “JK Rowling’in ismini görmeye dahi dayanamıyorum”a dönüşmüş irkilmeye artık alıştım. Yalnızca bazen içim burkuluyor—doğum günümde asa hediyeleri almaktan, küçük yeğenime nasıl bu evreni sevdiririm’i planlamaktan bu noktaya gelmiş olmak bana çocukluğumu huzurla değil sitemle geride bıraktığımı, JKR’in benden kendimi sanatla avutabilme gibi temel bir hakkı çaldığını hatırlatıyor.
Harry Potter kurmacası sanat mıdır, yoksa sadece büyük burunlu eserler mi bu alana izinli girebilir tartışmasından ziyade kendimi sanatla avutabilme noktasına değineceğim. Etrafımız imajlarla çevrili ve ister istemez buna, başkalarının neyi cool bulduğuna ve sanatçıların profiline göre bir şeyler tüketiyoruz. Yaratıcıların artık bir avatara dönüştüğü bu dönemde, topluma yansıttıkları/yansıtmadıkları ile oluşturdukları sis perdesinin bize gösterdikleriyle limitli bir erişimimiz var ve kötülükleri ortaya çıktığı anda muazzam bir iç savaş çıkıyor: Canavar olsalar bile işlerini sevmeye devam edebilir miyiz? İzin istiyoruz, suları test ediyoruz sanki. Belki de bu yüzden, sis perdesini darma duman edeceği düşünülen şeyler bile canavarların hızını kesemiyor. Mesela, Vulture’da yapılan ifşa sonrası Neil Gaiman’ın kesinlikle işinin bittiğini düşünsem de insanların hala ona destek verdiğini ya da “Ama o çok zeki!” savunmasıyla tolerans kanatlarını olabildiğince açtığını görüyorum. İlginç olan, Gaiman’ın hakkında bu iddiaları bilmeden de problematik eserleri olduğunu nasıl fark etmediğime şaşıyorum—geçenlerde kitapçıda Cinnamon isimli çocuk kitabını tekrar bir okuduk da, nasıl raflarımıza koyduğumuza şaşırdık. Yine de, bildiklerimiz ışığında bir sanat eserini değerlendirmek tabii ki de daha kolay—hindsight!
Bir sanatçıya dair ne kadar çok şey bilirsem aramızdaki bağ o kadar kopmaya müsait olabiliyor. Claire Dederer, Canavarlar (Medusa Yayınları) kitabında Woody Allen ve Polanski filmlerinden, Picasso eserlerinden bahsederken canavarlığı bilinen sanatçılardan zaten uzak durduğumu fark ettim—tüm bunları bilmediğim zamanlarda izlediklerim ve gördüklerim yanıma kalmış sadece. Üstelik, aramızda ne kadar çok yaş ve dönem farkı varsa o kadar kolay canavarlıkları bir kenara atabildiğimi biliyorum—Tolstoy korkunç bir insan ama “Anna Karenina çok iyi ya” diyebiliyorum. Kendi kendime bu sınırları istediğim gibi gevşetebilmenin de kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum bu arada, Dederer’e katılarak.
Canavarlar’ı okuduğum dönem bu profil üstüne kafa yorarken, avunma içeriğimde de görünürde bir sıkıntı olduğunu fark ettim. Daha geçen gün Burak’la okuduğum kitapların ne kadar depresif olduğu ve aslında bunlardan vazgeçip daha mutlu bir hayata yelken açmam gerektiği üstüne (lol) müthiş hararetli bir tartışma yaparken de sığındığım argüman kendimi avutmak üzerineydi—“Çok çalışıyorum, kafamı boşaltmam lazım, ben de bunları seviyorum işte!!!” diye çırpınıp durdum. Nicola Dinan’ın yeni kitabı Disappoint Me’yi okurken usul usul ağlamamın üstüne girişmiştik bu yorucu konuya. Ana karakterin beyin tümörü olduğu bir kurguyla nasıl avunabilirdim? Cevap basit: E yüzyıllardır ölüm, savaş, kayıp hakkında nasıl üretiyorsak aynen o şekilde bu konuların uyandırdığı büyük duyguların peşinde tüketmeye, yani sanatta teselli aramaya devam ediyoruz. Hayat x ölüm kadar temele indirgenebilecek çatışmaların nasıl kurgulandığını okuyup izleyip dolaylı yoldan avunuyoruz ve kontrollü bir katharsis yaşıyoruz.
Bazen boğazımı sıkıyormuş gibi üstüme çöken kötü rüyalar gördüğümde, beynim kontrolü ele alıp rüyadan çıkıyor. Bir keresinde rüyamda Beşiktaş İskelesi’ne tüm gücüyle çarpmak üzere olan bir vapurun içinde korkudan ölüp annemi aramaya çalışıyorken “Bir dakka ya” deyip elastik dev güçler kazanmış ve sağ bacağımla rıhtıma uzanıp yavaş yavaş vapuru iskeleye yanlamıştım. Rüyadan direkt çıkmayıp bütünlüğünü bozmadan bir çözüm üretmem gibi hikayelerin ve özellikle yaratıcılarının efsununun beni ne kadar etkileyebileceğini da kendim çözebilirim gibi geliyor. Olur mu?
Ben de tam politik krizler içinde boykot çağrıları yapan yazarlar hakkında bir ikilem yaşıyorum 🫠
İyi eserlerle yaratanları arasındaki çelişkinin bizde uyandırdığı duygunun, iyi dostlarımız olduklarını düşündüklerimizin bize attıkları kazıklardan sonra hissettiğimiz düş kırıklığı romantizmiyle benzer bir yanı var gibi geliyor… efkâr is loading🤗