2024 sonu listelerini, yalan yok, okumadım. Kendim okumadığım için de paylaşma aciliyetini yaratamadım. Aşağı kaydırdığım listelerde gördüğüm filmler, kitaplar, sergiler arasında hangilerinin çağdaşlığı aşan bir zamansızlığa sahip olacağını kestiremiyorum. Zaten zamansızlığın diğerinden daha iyi bir kıstas olduğunu söyleyecek bir kanon bağlılığım da yok. Yine de yıl sonu çeteleme baktığımda, çoğu kitabı, filmi çoktan unuttuğumu fark ediyorum.
Bir kere, recency bias yani güncellik yanlılığı (çeviri için teşekkürler, Emrah!) beni avcunun içine almış durumda. Ya böyle son zamanlarda etkilendiğim şeyleri ya da formatif yıllarımda zihnime damgasını vurmuş şeyleri hatırlıyorum, arası yok. Fakat kitap kulüplerinde okuduğum kitapları, sinemada izlediğim filmleri daha iyi benimsediğimi düşününce, zamansızlıktan ya da güncellik yanlılığından ziyade mekanla ve toplulukla ilişkilendiğim anların kalıcılığı mümkün kıldığını anlıyorum. Pandemideki sınırlardan, çok konuşan insanların mikrofonu eline alıp podcast başlatmasından, her ünlünün kitap yazmasından gına geldiği için bir toplulukla şekillenen üretimler ve deneyimler yükselişlerine devam edecek gibi görünüyor. Bunun kültürü klikleştirdiğini ya da genel anlamda topluluğun bireyseli baskıladığını değil, başkalarıyla ve mekanlarla temas ettikçe daha biricikleştiğimize ve yaratıcı damarlarımıza kan gittiğine inanıyorum.
Geçen sene bir yemek kulübüne katıldım, yani hiç tanımadığım bir insanın evine gidip güzel bir yemek yedim. Dönüşte, otobüslerin o gece uğramayı reddettiği durakta kendi yemek kulübüm olsa ne pişirirdim diye düşündüm—çikolatalı tofu mousse yapmak çok kolay ama migren yapıyor, acaba çilekli versiyonu aynı yoğunluğu yakalar mıydı? Charity shop’tan birbirine benzemeyen tabaklar alsam, onların nereden geldiğini sofrada beraber yazar mıydık? Playlist’i konuklardan birine mi paslıyordum? Jackie Wang-vari bir zine’le yemek kulübümü taçlandırabilir miydim?
2024 yılında, yani çok geç keşfettiğim Jackie Wang’in sanırım ilk Carceral Capitalism’ini okudum—zaten marjinalleştirilmiş toplulukları hapse atarak ve hapiste tutarak cani bir gelir modelini besleyen Amerikan hukuk sistemi ve hapishaneleri hakkındaki bu kitaptan sonra nöronlarımı asıl ateşleyen Alien Daughters Walks Into The Sun oldu. Tek başına bisikletiyle Amerika yollarında punk evlere girip çıkan ve Tumblr’ı kökleyen Jackie’nin yaratıcılığı benim gerçek hayatta yapamayacağım bir eforsuz coolluk/yabanilik olsa da arkadaşlarıyla olan konuşmaları, mektuplaşmaları ve zine’leri, “kafa” insanlarla hep beraber üretirken ve yaşarken aynı zamanda kişisel alanın korunabileceği, topluluk destekli bir solo hayatı dikizlememi sağladı. Dikizlemek diyorum çünkü Jackie’nin gelgitleri, ilişkileri, ailesi üstüne kaleme aldığı kişisel yazılar çok hassas ve açık yara gibi ortada. Tumblr’ın estetik görüntülerle bezeli anonim travma duvarlarından Substack’te en özel detaylarımızı kendi adımız altında çatır çatır yazmamıza uzanan sağlam bir tarihsel halat var kesin.
İnternette yazmak için illa en özelimizi didik didik mi etmemiz gerekiyor? Tüm dürüstlüğümüzle şarıl şarıl kanamamız mı gerekiyor? Ben yazdığım her kişisel yazının ikinci bir kimlik olduğunu düşünüyorum. Bana açılan bir kapı ama gerçek bana çıkmak zorunda değil; yayınladığım her şey kendime dair olsa da, güvenemeyeceğimiz bir kişisel kurgu. Mesela, kronik hastalıklar ile yaşarken geçen “sümüklü zaman” ve engelli mekanın poetikası üstüne yazılan Slugs’da sanatçı Abi Palmer kendini açık-apaçık şekilde ifade etmiş olsa da, bu, gerçek Abi Palmer’a dair bir şey bildiğim anlamına geliyor mu? Ya da birçok sanatçıyla ve eleştirmenle yapılan konuşmalarla birlikte kişisel deneyimlerden yola çıkarak kurgulanmış Poor Artists’i okuduğumda, yazarları Zarina Muhammad’i ve Gabrielle de la Puente’yi tanımış oluyor muyum mesela?
Geçen sene yaptığım zine kulüplerinden birinde Hıdırellez’i, “Spring Fortunes” adı altında çalışmıştık: Kağıt üstünde gerçeğimizle alakalı olmayan ama bize yakın gelen görselleri birbirine yapıştırıp yazıp çizerek kendi dileklerimizi yaptık. Özelimizi dillendirmeden en arzuladıklarımızı ve en arkada bırakmak istediklerimizi ortaya koyduk açık bir şekilde. Çok şey söylemeden çok şey göstermekti yani olay. Kişisel olanı yazmak da böyle bir şey; işin aslını anlatmadan gerçek, bellek ve fantezi arasındaki oyunu kurgulamak. Dürüstçe kendini ve sanatı delik deşik eden yazar ve çevirmen Jen Calleja’nın da dediği gibi:
Why am I writing this book? I need to break out of here. Writing is my pickaxe and shovel and excavation tool, it's my candle and torch. Writing is the double I built myself from scratch that can take me by the hand and guide me out from under the earth. (…) I need to come out of my shell, or at least upgrade to a larger one. When do I feel warm and safe? I think I'm realising my grotto needs to be bigger than a bed, a room, a house. My grotto could be the world, humanity, people. (Goblinhood, Jen Calleja - Rough Trade Books)
Bu kitabı neden mi yazıyorum? Buradan kaçmam gerek. Yazmak benim kazmam, küreğim ve kazı aletim; mumum ve meşalem. Yazmak, kendi ellerimle sıfırdan inşa ettiğim ve elimden tutup yol göstererek beni yeraltından çıkarabilen ikinci benliğim. (…) Kabuğumdan çıkmam ya da en azından daha büyük bir kabuğa geçmem lazım. Ne zaman sıcak ve güvende hissediyorum? Sanırım artık mağaramın bir yatak, bir oda veya bir evden daha büyük olması gerektiğini fark ediyorum. Mağaram dünya olabilir, insanlık ve insanlar da. (çeviri: ben)
Ajanda’yı okuduğunuz için teşekkürler! Ayrıca her hafta, Flaş Ajanda adını verdiğim, paralı abonelerin de katkıda bulunabileceği yazma alıştırmaları yolluyorum. 5 dakika zaman kurup bir fotoğraf hakkında yazıyorum, hiçbir hazırlık ya da düzelti yapmıyorum—önemli olan yazmak. Elini alıştırmak isteyenler için ilk örnek aşağıda <3
Oh yine günümü güzelleştirdin✨
Harikasın yine😍